Endüstri Devriminin Çevresel Etkileri

Yazan Ekolojist

Endüstri devrimi ve değişen kalıplar ile üretim ve tüketimin çevreye etkileri de değişmiştir. Kurulan fabrikalar büyük ölçekte üretim yapabilmelerine karşın aynı oranda da atık üreterek çevrenin kirletilmesinde sahip olduğu payı arttırmıştır. Örneğin, üretim süreçlerinde oluşan atık su, arıtılmadan alıcı ortamlara verilerek, göl ve nehirlerin kirletilmesinin yanı sıra bu ortamlardaki canlı yaşantısının da olumsuz etkilenmesine sebep olmuştur. Aynı şekilde, fabrikalardan çıkan katı atıkların depolama alanlarında bekletilmesi sırasında oluşan sızıntı suyu, öncelikli olarak toprağı daha sonrasında da yeraltı sularını kirletmektedir. Buradaki en önemli etkenlerden bazıları, petrokimyadaki gelişmelerle sentetik hammadde ve ürünlerin hızla artması, gerek üretim sürecinde gerekse ürünlerde kullanılan maddelerin çok çeşitlenmesi ve konvansiyonel üretim süreçlerinde görülenlerden çok farklı karakterlere sahip olması (doğada nasıl davranacağının ve nasıl yok olacağının bilinmemesi).

Kirliliğin hem üretim tesislerinden hem de son kullanıcının atıklarından kaynaklanmaya başlaması, dolayısıyla kirletici etkenlerin artık eskisinden çok daha geniş bir coğrafyaya nüfuz etmesidir.  Benzer şekilde, endüstriyel üretim süreçlerinde oluşan bazı kirletici gazlar yüzünden asit yağmurları oluşmuş ve bir dönem Kuzey Avrupa ülkelerinin büyük bir problemi haline gelmiştir. Başka tür gazlar, ozon tabakasında incelmeye veya yırtılmalara sebep olarak, güneşin zararlı ışınlarının canlı hayatına girmesine yol açmıştır ki, bu da insanlar arasında yaşanan kanser oranlarının artmasıyla sonuçlanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı esnasında kullanılan atom bombası ve en son Çernobil’de yaşanan facia sonrası yaşanan radyoaktif kirlilik, söz konusu etkilerin ne kadar büyük olabileceğini göstermektedir. Bunlar ve benzeri daha birçok örnek endüstrileşen dünyanın, gereken önlemler alınmadığı takdirde, çevre, doğa ve canlı yaşamı üzerinde ne gibi sıkıntılara yol açabileceğini gösteren kanıtlardır.

Endüstrileşen dünyanın ve hızla tırmanan tüketim alışkanlıklarının neden olduğu olumsuz değişimlere eklenen bir yenisi de, 20. yüzyılda ortaya çıkmaya başlayan ve son zamanlarda gittikçe daha fazla gündeme oturan küresel iklim değişikliği meselesidir.

İklim Değişikliği Bilimi

Küresel iklim değişikliği dünya var olduğundan beri süregelen doğal bir döngüdür. Bilinen formatıyla canlı yaşamının başladığı çağlardan günümüze kadar atmosfer sıcaklığı 12 ila 22 Celcius derece arasında değişmiştir. Atmosferin günümüzdeki sıcaklık ortalamasının 13 C derece olduğu düşünülürse, bugün, yakın geçmişteki bir buzul çağının sonrasında yaşadığımızı söyleyebiliriz.

Atmosferin sıcaklığını ve güneş ışınımlarıyla yer ışımalarını dengede tutan sisteme “Sera Etkisi” adı veriliyor. Bu doğal sistem milyonlarca yıl boyunca atmosferin sıcaklığını belirli bir dengede tutan, atmosferin üzerine serilmiş ince bir örtü gibi düşünülebilir. İklim değişikliği biliminde Sera Etkisi’nin önemi büyüktür. Güneşten gelen ışınlar (343 watt/m2) atmosfere girer -bir kısmı (103 watt/m2) bulutlardan yansıyarak uzaya geri dönerler – diğerleri yer yüzeyine kadar ulaşırlar (240 watt/m2). Yerküre, bu ışınların belirli bir miktarını soğurur (168 watt/m2) ve geri kalanını atmosfere yeniden yansıtır (72 watt/m2).

Sera gazı etkisi yaratan gazların miktarındaki artış sera gazı etkisini de arttıracak, bu da atmosferde daha fazla enerji birikmesine ve insan eliyle atmosferin ısınmasına yol açacaktır. Örneğin, 1750 yılından 2005’e kadar, en önemli sera gazı olan karbondioksitin dünya genelindeki salımlarında yüzde 35’lik bir artış meydana gelmiştir. Bu artış, bir diğer önemli sera gazı olan metanda yüzde 148’lik bir orana sahiptir.(1) Bu oranlar insan eliyle gerçekleşen iklim değişikliğinin en somut ispatıdır.

Sera gazları insanların günlük etkinlikleri sonucunda ortaya çıkar. Örneğin, sanayi süreçlerinde değişik endüstriyel sera gazlarının yanında, sürece bağlı olarak karbondioksit ve su buharı gibi doğal sera gazları açığa çıkar. Aynı şekilde CO2, taşıtların petrol kaynaklı fosil yakıtlar kullanması sonucu atmosfere verilir. Her geçen gün artan taşıt sayısı ve özellikle ülkemizde ulaşımın ve taşımacılığın büyük bir yüzdesinin kara yolu ile yapılması gibi sebepler, CO2 salımını arttıran etkenlerdir. Tarım alanlarından kaynaklanan metan salımı ve en büyük karbon yutak alanlarından olan orman alanlarının azalması, sera etkisi yaratan gazların yoğunluğunu yükselten diğer etmenlerdir. Kömür, petrol, doğal gaz gibi fosil yakıtlara dayanan üretim, ulaştırma ve enerji temini modelleri, insan kaynaklı iklim değişikliğinin en önemli sebepleri olarak görülmektedir.  Buna bağlı olarak her geçen gün daha temiz üretim ve ulaştırma modellerine gereksinim duyulmaktadır. Bu noktada LPG ve doğalgazın da çok masum olmadığının altını çizmek gerekir. Parçacık oranı açısından daha temiz olarak sınıflandırılabilen bu gazlar, genel olarak bakıldığında sera gazı etkisini arttırıcı özelliğe sahiptirler. Türkiye’de doğalgaz yoğunluklu olarak bina ısıtmalarında kullanılmaktadır. Binalarda fosil yakıt tüketimi ülkenin toplam sera gazı salımının yüzde 10’unu kapsamaktadır. Doğalgazın yoğun olarak kullanıldığı bir başka sektör de elektrik üretimidir. Elektrik üretiminde fosil yakıt kullanılmasından kaynaklanan sera gazı salımı ise toplam salımın yüzde 25’ine denk gelmektedir.

İklim Değişikliği’nde Uluslararası Süreç

Uluslararası toplumun, kalkınmanın ve büyümenin çevreden bağımsız olarak ilerleyemeyeceğini fark etmesi 1972’de İsveç’in başkenti Stokholm’de gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı’nda olmuştur. Konferans, aynı zamanda uluslararası politikaların çevre ve canlı yaşamının geleceği anlamında yeni bir şekle kavuşacağının ilk belirtisidir. Daha sonra gelişen uluslararası süreç genelde Stokholm’deki konferansın izinde ilerlemiştir. 1992’de Rio Zirvesi olarak bilinen Yeryüzü Zirvesi, Çölleşme ile Mücadele, Biyolojik Çeşitlilik ve İklim Değişikliği ile Mücadele Sözleşmeleri’nin imzalanması sebebiyle önemlidir. 1988 yılında, Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) ortaklığında kurulan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), iklim biliminde ortaya çıkan verileri toplayarak raporlar hazırlamaya başlamıştır ve günümüzde de iklim değişikliği meselesinin en önemli paydaşlarındandır. İklim değişikliği bilimi ile ilgili tarihsel bir öneme sahip olan IPCC aynı zamanda bilimsel olarak yarattığı etkiler sonucunda siyasi kararların alınmasında da etkin rol oynamıştır.

Örneğin IPCC’nin iklim değişikliği ile ilgili ilk değerlendirme raporunun ardından Hükümetlerarası Müzakere Komitesi kurulmuş, süreç sonunda bir diğer siyasi süreç olan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS), 1994’te yürürlüğe girmiştir. BMİDÇS’ni takiben, 1995 yılında ilk Taraflar Konferansı (COP1) Berlin’de gerçekleştirildi. Avrupa’da gerçekleştirilmeyen ilk taraflar konferansı olma özelliğini de taşıyan COP3, aslında başka bir yönü ile ün kazanmıştır. Japonya’nın Kyoto kentinde toplanan üçüncü taraflar konferansı, imzalandıktan tam sekiz yıl sonra, 2005’te yürürlüğe giren Kyoto Protokolü’nün doğmasına ortam sağlamıştır. Günümüzde halen yürürlükte olan Kyoto Protokolü, iklim değişikliği ile mücadelede somut önlemler ve yükümlülükleri tanımlayan tek belgedir. Protokolün birinci dönemi 2012 yılında sona erecektir.

2012 yılına kadar, Protokol’e taraf olan ülkelerin, iklim değişikliğinin insan kaynaklı sebeplerini azaltmak için yükümlülükleri 2012 sonrası tanımlı değildir. İşte bu sebeple Bali’de gerçekleşen COP13’te Bali Eylem Planı adıyla da anılan plan ortaya çıkmış ve 2012 sonrası süreçle ilgili yükümlülüklerin geçtiğimiz Aralık ayında, Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da gerçekleşen tarihin en yüksek katılımlı Taraflar Konferansı’na kadar karara bağlanması üzerinde anlaşılmıştır. Kopenhag’daki 15. Taraflar Konferansı (COP15) da 1. yükümlülük dönemini 2012 yılında tamamlanacak olan Kyoto Protokolü’nün 2012 sonrası temel taşlarının ve küresel iklim rejiminin belirlenmesi açısından büyük öneme sahiptir.

Sonuç olarak, alarm veren bir gezegende yaşayan günümüz insanları ve onları yönetenlerin gelecekleri ile ilgili kararlar almak, sonuçlar ve önlemler açık olsalar bile, o kadar da kolay bir iş değildir. İklimle ilgili bilimsel çalışmaların üç yüz yıllık tarihe sahip olmasının yanında söz konusu siyasi ve hukuksal süreçlerin sadece 25-30 yıldır gündemde olması, Sigmund Freud’un da söylediği gibi teknik ve bilimsel gelişmeleri bu kadar ilerilere taşıyan insanoğlunun, birbirleriyle olan ilişkilerinde çok geride kalmış olması gibi, hayli ilginçtir. İnsanlığın, gezegeni tarihi boyunca nasıl değiştirdiğinin farkına varmak için zamanda çok gerilere gitmek gerekmiyor, sadece biraz dikkatli bakmamız yeter.

Tüm bu olumsuzluklara rağmen, medyanın artan önemiyle birlikte, insanların “Çevresel Sorunlar” hakkında giderek bilinçlenmesi sağlanmıştır tarihi boyunca birçok sınavdan alınının akıyla çıkıp, bugünkü medeniyeti kurabilen insanoğlu, eninde sonunda, üzerinde yaşadığı dünyanın, yokolmaya başladığının idrakine daha net şekilde varacak ve geç olsa da, yıkımın etkilerini azaltmak için hamleler yapmaya devam edecektir. Zira olumlu yaklaşımlarda büyük oranda başlamış, kullanılan fosil yakıtların, doğaya ve çevreye etkisini azaltmak amacıyla, çeşitli önlemler alınmaya başlanmıştır.

Kullanılan materyallerin niteliğinden, kullanım şekillerine, üretiminden, amblajlanmasına kadar birçok alanda mesafe kateden insanoğlu, teknolojik çalışmaların ışığında da, bu sorunların çözümü için daha çok çalışmaya başlamıştır. Özelllikle karbon salınımları bir türlü aza indirgenemeyen dizel motorların, önümüzdeki beş sene içerisinde tedavülden yavaş yavaş kalkacağını da düşünürsek, insanoğlunun, sorunların çözümleri konusunda ne denli ciddi olduğunu da görebiliriz. Evet, hayat ve tarih insanoğlunu yargıllayacak ve belki de, mahkum edecek ancak bu karar verilirken; son zamanlardaki teknolojik çalışmaların bize bir iyi hal indirimi sağlayacağı muhakkaktır.

Yazar Hakkında

Ekolojist

Ekolojist.net - Çevreci Haber Sitesi

Düşüncelerinizi Paylaşın